23 Ağustos 2010 Pazartesi

Emanete Hıyanet Korkusu

Çokça bilinen bir Kur’an ayetinde şöyle buyurulur: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onlar onu üstlenmeye yanaşmadı. Ondan korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.” (Ahzab; 33/72).

Kuran’ın “varlığın diliyle konuşan” üslubuna çok güzel bir örnek olan bu ayette, görüldüğü gibi, dağlar, yer ve göklerle teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) mecazî anlatım sanatı çerçevesinde diyaloga giriliyor ve insanoğlunun durumu onlarla karşılaştırılıyor.
Peki, dağların, yerin ve göklerin korkup da insanın üstlendiği bu “emanet” ile ne kastediliyor?
Bilgisizlik (bilgisizlik) ve ötekine haksızlık (zulm) sebebi ile her an hıyanete dönüşme potansiyeli taşıyan bu “emanet” ne olabilir?

Evet, dağların, yerin ve göklerin yanında esamesi bile okunmayan, küçücük bir böcek gibi kalan ve fakat bilgisizlik ve zulm potansiyeli taşıdığından, biz insanların tabiri caizse “hemen üstüne atladığı” emanet nedir?

Kur’an’ın Adem ve Habil-Kabil kıssası gibi, burada da, aslında “yaşayan bir durum” anlatılıyor.
Bir an durun ve yere, göğe ve dağlara bakın…
Kendi kendinize “Bütün bunların üstlenmekten korkup da benim üstlendiğim, üzerime almakta ve sorumluluğunu yüklenmekte hiçbir beis görmediğim/görmüyor olduğum ‘emanet’ ne ola ki?” diye sorun…
Üzerine alma ve sorumluluğunu yüklenme söz konusu olduğuna göre, bu emanet, gelip giden, üstlenilip bırakılabilen, alınıp geri iade edilebilen yaşayan/dinamik bir şey olmalı?
Ama ne?

Kuran’dan başlayalım…
“Emanet” sözcüğü Kur’an’da 7 yerde geçiyor. Tek tek aktarıyorum:
1-“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onları onu üstlenmeye yanaşmadı. Ondan korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.” (Ahzab; 33/72).
2- “Onlar emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.” (Mu’minûn; 23/8)
3- “Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir.” (Meâric; 70/32)
Görüldüğü gibi bu ilk üç ayette emanet kavramı herhangi bir “kendi kendine tefsir” yapılmadan, genel olarak geçiyor. Ne kastettiğini anlamamız için tefsire ihtiyaç var. Bakalım diğer ayetlerde var mı?
4-“Kitap verilenlerden kimileri var ki, kantarla emanet bıraksan onu sana geri verir. Yine onlardan kimileri var ki, bir dinar emanet etsen, tepesine binmedikçe onu sana vermez. Çünkü onlar ‘Bize sıradan halka karşı yaptıklarımızdan dolayı hesap yoktur” diyerek Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.” (Al-i İmran; 3/75).
Görüldüğü gibi burada emanet “mal ve para” (kantar ve dinar) olarak kullanılmış…
5- “Eğer yolculukta iseniz ve hesabı tutacak birisini de bulamazsanız borçludan bir rehin alabilirsiniz. Yok, birbirinize güvenirseniz artık güvenilen Allah’tan korksun ve emanetini ödesin. Şahitliği gizlemeyin, kim gizlerse vebali boynunadır. Allah yaptığınız her şeyi görüyor, biliyor.” (Bakara; 2/283)
Burada da emanet “ödenmesi gereken mal veya para” anlamında kullanılmış…
6- “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin. Size verilmiş emanetlere ihanet etmeyin. Sizler bilinçli insanlarsınız. Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vesilesidir. Asıl büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (Enfal; 8/27-28).

Burada da emanetin mallar (emvâl) çocuklar (evlâd) şeklinde ifade edilen servet olduğu anlaşılıyor.
Rivayete göre Enfâl (ganimet malları) suresinin girişinde bahsedilen sahabelerin “aralarının bozulmasına” neden olan şey, Bedir savaşında 1- Hz. Peygamber’in ganimetleri savaşa katılmamış olanlara da vermesiydi. Bunlar Muhacirler’den üç, Ensar’dan da beş kişiydi.

Hasta olan kızının yanında kalan Osman b. Affan, Şam’dan gelen kervanı gözetlemeye giden Talha ve Said b. Zeyd, geride vekil olarak bırakılan Ebu Lübabe ve Asım, bir yere haberci olarak gönderilen Haris b. Hatıp, yolda hastalanarak kalan Harıs b. Es-Samit ve Huvat b. Cuveyr idi. Bunlara da ganimetten pay verilince itirazlar yükseldi ve tartışma çıktı. 2- Bedir’de savaşan genç sahabeler, cephe gerisinde bekleyen yaşlı ve yoksul sahabelere ganimetten pay verilmesine itiraz ettiler ve ganimetin kendilerinin hakkı olduğunu, onların bizzat vuruşmadığını söylediler. Bunun üzerine aralarında tartışma çıktı. Bu ayet işte bu olay üzerine nazil oldu. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).
Görüldüğü gibi burada geçen “Size verilen emanetler” tabiri ile düşmandan gele geçirilen servet yani “ganimet malları” (enfâl) kastediliyor…
7- “İyi dinleyin! Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyor; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Nisa; 4/58)
Rivayetlere göre Mekke’nin fethi günü Hz. Peygamber, Kabe’nin anahtarını yanındaki sahabelerinden birisine vermek istedi. Arap geleneklerine göre Kabe anahtarı kime verilirse onun kabilesi Mekke’nin yönetimine yani hükümet etmeye hak kazanmış sayılıyordu. Abbas, Ali ve Osman arasında çekişme oldu. Ayet bunun üzerine nazil oldu (Razi).
Görüldüğü gibi emanet burada ise bir işin başına kimin getirileceğine hükmetmek çerçevesinde “kamu görevi” üstlenmek anlamında kullanılıyor.
Kur’an’da emanet kavramının geçtiği yerler işte bunlardır.
***
Kur’an’dan birkaç örnek daha…
Şu ayette “halife” kavramı “emanet” ile eşanlamlı kullanılmış ve hepsini özetlemekte:
“Allah’a ve elçisine iman edin. Sizi üzerine halife kıldığı mallardan infak edin. İnanıp böyle infak edenlerinizi büyük bir karşılık bekliyor. Neden Allah’a iman etmiyorsunuz? Oysa elçi sizi Rabbinize iman edesiniz diye davet edip duruyor. Eğer gerçek müminler iseniz, unutmayın, O sizden söz almıştı. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kuluna söze dayalı apaçık ayetler indiren O’dur. Allah size karşı çok şefkatli, sevgi ve merhametle dopdoludur. Neden Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Gökler ve yer Allah’tan başkasına mı kalacak?” (Hadid; 57/7-10).
Görüldüğü gibi “üzerine halife kıldığı (emanet ettiği) mallar” deniyor ve onların infak edilmesini istiyor. Elçinin “mü’minleri” imana çağırıp durduğu söylenerek önce “Neden iman etmiyorsunuz? diye soruluyor. Ardından ilk sorudaki imanın yerine infak konarak soru yineleniyor: “Neden Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Gökler ve yer Allah’tan başkasına mı kalacak?”

Kıssalara bakalım…
Kur’an’da Kabil, Karun, Nemrud, Firavun, Ad kavmi, Semud kavmi, Bahçe sahipleri, Talut, Allah’ın devesi (Nâgatallah) vs. yerin, göğün ve dağların üstlenmekten çekindiği halde, insanlardan kimilerinin çekinmeyip bilgisizlik ve zulmleri sebebiyle Allah’ın mülkünü (yeryüzünü) nasıl talan ettiklerine, sahipsiz gördükleri her şeye nasıl saldırdıklarına ve başkalarını ondan nasıl mahrum bırakmaya kalktıklarına tarihten birer örnektirler.
Mesela kendisine mülk verildi diye İbrahim ile tartışmaya giren adama (Nemrud’a) İbrahim’in ne dediğine bakalım:
“Siz Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben koştuğunuz o ortaklardan neden korkacakmışım? Şu halde güvene (emanete) iki taraftan hangisi daha layık? İman edip de (emaneti üstlenip de) imanlarına (emanetlerine) zulüm bulaştırmayanlar… İşte güvene (emanete) layık olanlar onlardır ve doğru yolda yürüyenler de onlardır.” (En’am; 6/81-82).
Ayette emanet (güvene bırakılan şey) bu kez aynı kökten gelen “emn” (güven) olarak geçiyor. “İman etmek” (güven duymak) da aslında bununla ilgili. Bu anlamda “iman edenler” (mu’minler) Allah’a güven duyan/itimad edenler demektir. Keza Allah da kendine güven duyanlara güvenir/itimad eder. Onun için O da “Mu’min”dir. Bu nedenle iman edenler aynı zamanda Allah’ın emanetini üstlenenler anlamına da gelir. Ayette geçtiği gibi bilgisizlik ve zulm sebebiyle buna hıyanet ediliyor. Onun için imanlarına (emanetlerine) zulm bulaştıranlardan bahsediliyor.
İşte Nemrud ve avânesi bunun örneği olarak anlatılıyor.
Onlar Allah’ın ülkesinin (yeryüzünün) servet ve kuvvet kaynaklarına (emvâl ve egvât’a) el koyarak, kendi mülkiyetlerine geçirmişlerdi. Oysa onlar isteyenler (sâilîn) arasında eşitçe paylaştırılmak için yaratılmışlardı. Böylece Allah’a mülkte şirk koşmuşlardı. Kendi zimmetlerine geçirdikleri bu servet ve kuvvet kaynaklarını teolojikleştirerek Ay, Güneş, Yıldız vb. totem-sembolleriyle ifade etmekteydiler. Mekke’de Lat, Menat, Uzza, Hubel gibi kabilenin teolojikleşmiş servet ve kuvvet (emvâl ve egvât) kaynağı totem-sembolleri gibi imparatorluğun devlet tanrılarıydılar. “Onları (Putlarla ifade edilen servet ve kuvveti) bize Allah verdi, onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” demekteydiler.
İbrahim’in şirk koşuyorsunuz dediği şey buydu. Nemrud ve avânesine Allah’ın ülkesinden (mülkünden) el çekmelerini, Allah’ın kimseye böyle bir yetki vermediğini, emanetleri geri teslim etmelerini, isteyenlere eşitçe dağıtmalarını, çünkü emanete hıyanet içinde olduklarını söyledi. Onun için “Siz emanete layık değilsiniz, bilakis layık olanlar emanetlerine (emvâl ve egvât’a) zulm bulaştırmayanlar yani kendi zimmetlerine geçirmeyenler, mal kaçırmayanlar, mülk kenz etmeyenler, biriktirmeyip isteyenlere verenlerdir.” dedi.
Onun için Kur’an Nemrud için “Kendisine ‘mülk’ verildi diye İbrahim ile tartışmaya giren adam” der. (Bakara; 2/258).
Neydi mülk verildi diye tartıştıkları?
***
Kur’an’da ortaya konan bu yaklaşımın, Hz. Peygamber, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin dilinde ve uygulamasında nasıl ete kemiğe büründürüldüğüne dair de üç örnek…
Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Ben aranızda bölüştürücüyüm.” (Buhari; Humus, 7).
Hz. Ömer şöyle demiştir: “Fethedilen topraklara öyle bir adalet ve mülkiyet düzeni getirmeliyim ki Irak’ın dulları ve yetimleri bir daha ebediyen krallara muhtaç olmamalı ve Müslümanlara da köle olup sömürülmemeliler.” (M. Demirci; “İslam’ın ilk üç asrında toprak sistemi”, s. 34, M. Hamidullah; el-Vesaiku’s-Siyasiyye, s. 376).
Hz. Ali’nin uygulamasına bakınız:
“Bahreyn’de bir grup (girişimci) Basra’da İbn Abbas’a müracaat ederek şöyle dediler: “Bize toprak verin, işletelim.” Vali bu isteği bir mektupla Hz. Ali’ye bildirdi. Hz. Ali cevabi mektubunda “Bu toprak tüm Müslümanlarındır. Oradan elde edilecek menfaatler konusunda hepiniz eşit haklara sahipsiniz. Eğer hepsi razı olursa, o araziyi onlara ver. Ben ise sahip olmadığım bir şeyi başkasına veremem.” (M. Demirci; A.g.e; s. 122).
Dikkat ediniz! Devletin başındaki halife ne kendini, ne de devleti toprağın sahibi olarak görmüyor. “Yeryüzünde dört mevsim rızık ve rızık kaynakları (egvât) yarattı, isteyenler için eşitçe takdir etti…” (Fussilet; 10) ayetini ete kemiğe büründürüyor. Girişimcilere ancak bir görev/emanet olarak toprağın (mülkün/üretim aracının) verilebileceğini söylüyor ve ahalinin rızasını almak ve eşitçe yararlanmak gibi şartlar getiriyor.
***
Peki, bir sözcük ve terim olarak emanet nedir, ona da bakalım…
“Emanet” kavramının yukarıda görüldüğü gibi başlıca iki anlamda kullanıldığını görüyoruz: 1- İtimat etmek, güvenmek 2- Görev ve sorumluluk.
Terim olarak emanet, “Bir şeyi veya bir değeri gönül huzuruyla, güvenle başka birine teslim etmek veya aynı şeyi aynı şartlarla teslim almak” anlamındadır. Allah’ın insanlara verdiği bütün maddî ve manevî nimetler ile insanların geri almak üzere verdikleri şeyler birer emanettir. Tersi hıyanettir.
Emanet ile “hibe” arasında fark vardır. Emanet mülkiyeti başkasına ait olan, geri ödenmek zorunda olunan ve zarar verildiğinde tazmin edilmesi, ödetilmesi gereken şeyken, “hibe” mülkiyeti ile birlikte geçen ve geri verilmek zorunda olunmayan ve zarar verildiğinde tazmin etme sorumluluğu olmayan şeydir. (bkz. Adalet devleti; Ortak iyinin iktidarı, ‘emanet’ bölümü, ist., 2003).
Bu anlamda bütün servet (emvâl) ve kuvvet (egvât) kaynakları yani mülk Allah’ın (yere inince halkın) birer emanetidir, geçicidir ve hesabı verilmek zorundadır. Servet ve kuvvet kaynakları bir hibe, ancak ölümle çıkarılan Allah’ın giydirdiği bir hırka değildir. İslam dünyasında saltanatın bu denli yer bulabilmiş olmasında servet ve kuvvet sahibi olmanın Allah’ın/ halkın geçici bir emaneti değil; Allah’ın dilediğine verdiği mülkü, bağışı, hibesi olduğu anlayışı yatmaktadır…
***
Demek ki…
Gökler, yer ve dağlar öyle bir teklifle karşılaşmışlar ki sanki lisân-ı hâl ile “Ey Rabbimiz! Aman, bu bizi bozar” demişler ve yanaşmamışlar.“Mal, para, servet” ve “görev” onları korkutmuş, ürkütmüş, titretmiş. Fakat insanoğlu hemen atlamış/atlıyor.
Demek ki…
Kur’an’da dağların, yerin ve göklerin üstlenmekten kaçınıp da insanın üstlendiğini söylediği emanetten maksat “mülk”tür! Yani Allah’ın ülkesi (yeryüzü) üzerinde tasarrufta bulunma, mülkünü (servet ve kuvvet kaynaklarını) üzerine alma, kullanma ve onlar üzerinden “metalar” üretme, bu metaların fazlalıklarını özel mülkiyete dönüştürme…
Demek ki…
Allah insanoğluna “mülkünü” (servet ve kuvvet/ rızık ve rızık kaynaklarını) emanet etmiş, ona böylesi bir “görev” vermiş. Üstüne üstlük ilahî mülkiyet üzerinde tasarrufta bulunma yetenek ve yetkisi (akıl, vicdan, irade, özgürlük, ilim) ile donatmış…
Kur’an işte buna “emanet” diyor.
İyi de dağlar, yer ve gökler bundan neden çekiniyor ki?
İnsanoğlu olaya neden ‘hemen atlıyor’ ki?
Çünkü…
İnsanoğlu Kur’an’ın “emanete hıyanet” dediği şeyin serveti (emvâl) ve kuvveti (egvât) kendi tekeline alıp başkasını ondan mahrum etmek olduğunu bilmemektedir. Çünkü bilgisizlik üzeredir. Keza Allah’ın mülkünden (su, ateş, toprak, maden, gıdalar, altın, gümüş, bitki, sığır, koyun vs.) kimi emvâl (mallar) ve egvât’ı (kuvvet kaynaklarını) zimmetine geçirip bunu insanlardan saklamanın, kaçırmanın, temerküzün/kendine biriktirmenin (kenz), geri vermemenin, onunla insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkmanın zulm olduğunun farkında değildir. Ne deniyordu: “Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.”
Münafıklar onun için emanete hıyanet edenlerdir. Yani Allah’ın mülkünden aldıklarını vermeyenler, infak etmeyenlerdir. Tıpkı bir devlette, hazine memurunun zimmetine para geçirmesi gibi… Böyle birisine ne diyoruz: Hırsız, yolsuz, hortumcu! Peki, Allah’ın mülkünden çalana, çit çevirene, kendine yontana ne demeli?
Demek ki…
Allah’ın mülkü/ülkesi (yeryüzü) kişisel zenginler üretme çiftliği değildir. Bilakis zenginlikleri eşitçe dağıtma, bölüşme, paylaşma, barış, adalet ve kardeşlik yurdudur. (Dârusselam). Burada herkes kendi “kısmetine” (bütünden eşit pay) razı olarak, “nasibine” (bütünden kendi ihtiyacı kadar) düşene razı olarak yaşayacaktır.
“Takdir”, “kısmet”, “nasip”… Bunların hepsi Allah’ın ülkesinin (yeryüzü) aslında eşitlik ile ilgili ekonomi-politik/metafizik kavramları… Kültürümüzün derinliklerine işlemiş ama sinirleri alındığı, içi boşaltılıp tapınak dili haline getirildiği için haberimiz yok. Kelime köklerini tek tek araştırdım, müthiş eşitlikçi anlamları var. Başka bir gözle bakınca fark ettim. Hepsi de Allah’ın dağıtımında (taqsîm/qısmet) kişiye düşen (isâbet/nasîb) bütün içindeki eşit pay, hisse, ölçü (taqdir) anlamına geliyor. Gayet paylaşımcı ve “kamucu” kavramlar…(bkz. el-Furûk fi’l-Luğa, Ebu Hilal el-Askeri, İşaret, ist., 2009. s. 234-259)
Demek ki…
Mülkiyet bir hak değil; görevdir!
Görev (emanet) ise ehil olana verilir. Ehil olmanın birinci şartı ise mülkiyeti (emaneti) kendine yontmamak, emanet olarak verilmiş kamu (Allah/halk) mülkiyetini özel mülkiyete çevirmemek, ihtiyacından fazlasını infak etmektir.
Yeryüzünü Allah’ın ülkesi, kendinizi de bu ülkede görev verilmiş birisi olarak düşünün…
Size görevinizi yerine getirmek için yetki, rütbe, makam, mal ve para veriliyor. Bunları şu amaçlar için kullanacaksın deniyor. Hiç birisi sizin değil. Size sadece geçiminiz için gerekli maişet (maaş) veriliyor. Kimseye de muhtaç edilmiyorsunuz.
Fakat siz ne yapıyorsunuz?
Emaneti hibeye çeviriyorsunuz. Bütün bunları zimmetinize geçirip özel amaçlarınız için kullanıyor, kendi zenginliğiniz için biriktiriyorsunuz.
Karşınıza bir İbrahim çıkınca da size mülk verildi diye onunla Rabbi hakkında tartışıyorsunuz.
“İhtiyacından fazlasını ver”, “O mallarda isteyenlerin (sâilîn) ve mahrum bırakılanların (mahrumîn) hakkı var”, “Onları zenginler arasında dolanıp duran bir devlet haline getirme”, “Allah onları isteyenler için eşit şekilde bölüşülüp dağıtılsın diye yarattı.” diyene de “Kırkta bir neyinize yetmiyor, daha vermem, benim bunlar.” diyorsunuz.
“Haddini aştın, ‘esasa’ girdin, görevi suistimâl ettin, bilgisizlik ve zulm üzeresin, emanete ihanet ediyorsun, geri ver” diyene “Gücün yeterse gel al, artık bunlar benim, üstelik ölünce de oğullarıma bırakacağım. Sülalemden dışarı da çıkmayacak, benim de benim.” diye tutturmuş gidiyorsunuz.
Demek ki…
Allah’ın ülkesinden (yeryüzünden) zimmetinize geçirdiğiniz her şey, birleşik kap misali bir tarafta eksilmeye yol açıyor. Ondan ihtiyacınız (emeğiniz) kadarını alıp gerisini vermeniz/infak etmeniz isteniyor.
Demek ki…
“Helalinden zenginlik” diye bir şey olamaz. Zaten zenginlik, ihtiyacından fazla mülkiyete sahip olmak demek olduğundan Allah’ın ülkesinden (yeryüzünden) aşırma, zimmetine geçirme demektir. İhtiyaçtan fazla olan her şey geri verilmek durumundadır. Fıkıhtaki tabirle Havâic-i asliye yani ev, binek, ev eşyası, alet edevât, işyeri açma, maişet temini vs. ve bunlar için gerekli miktar temel ve zaruri ihtiyaçlara girer ve özel mülkiyet değildir. Veya illa mülkiyet denecekse ‘küçük mülkiyet’ denebilir.
Çünkü “Mülk Allah’ındır” ilkesi gereğince mülkiyet kişiye izafe edilemez. Keza “Allah zengindir, siz fakirsiniz” desturu gereğince aslında kişiye “zengin” de denemez. Mülkiyet kişiye izafe edilemeyeceği gibi “devlete” de izafe edilemez. Mülk yalnızca ve sadece Allah’ındır.

Temel ve zaruri ihtiyaçlar “görev” değil; “hak”tır.
Oysa zaruri ihtiyaçlar dışındaki mülkiyet “hak” değil; “görev”dir.

Görev olunca kişi, görevli kılındığı mülkiyetin sahibi olamaz, miras bırakamaz, zimmetine geçiremez, şahsî amaçları için kullanamaz.

Bilgisizlik sebebi ile miras bırakırsa evin en büyük oğlunun (ekber) tekeline bırakılamaz, küçüklere de, kadınlara da verilir.

Önce aile içinde, sonra kardeşlik ahdi yoluyla aile dışına da dağıtılır. Vasiyet yoluyla başkaları da faydalandırılır.

Bir yerde yığılmasına izin verilmez. İslam’da mirasın mantığı budur.

Sanıldığının aksine miras taksimi özel mülkiyetin değil; özel mülkiyeti dağıtmanın, kamulaştırmanın delilidir. “Kamulaştırma” devlete ait kılma değil; herkese ait kılma, tabana yayma demektir. Bundan maksat ise yukarıda Hz. Ömer’in sözünde geçtiği gibi kişiyi bir daha ebediyen “krallara muhtaç durumda bırakmamak”, zaruri ihtiyaçlara sahip duruma getirmektir.

Demek ki…
Üzerine halife kılındığından (emaneti üstlendiğinden) elde ettiği fazlalık kendisinin değildir. Asıl sahiplerine geri iade etmek zorundadır. Ehil değilseniz, yetkileriniz alınır, rütbeleriniz sökülür, emanet geri alınır. Zimmetinize bir şey geçirmişseniz ödetilir, zarar vermişseniz tazmin ettirilir. Malı, parayı ve kuvvet kaynaklarını kullanma yetkisini kötüye kullanmışsanız hesabı sorulur. Bir daha size verilmez. Ehil olana yani kendini “özel mülkiyet şehvetine” kaptırmayacak olana verilir. O da aynı şeyi yaparsa aynı işlem onun için de geçerlidir.
Kanımca sözde değil; özde emanet budur!
Düşünün…
Bir devletin bakanlığı kişiye ebedî olabilir mi? Bakanlığın tüm araç gereçleri, malı, mülkü, parası, kasası bakana sonsuza kadar teslim edilebilir mi? Onun oğullarına, sülalesine, aşiretine tapulanır, bakanlık özel mülkiyeti haline gelebilir mi?
Gelemez.
Çünkü bakanlık dediğin bir emanettir ve halkın kamusudur. Peki, aynı şeyi Allah’ın mülkü/kamusunda (yeryüzünde) hangi hakla yapıyoruz? Orada da görevliyiz. Orada da emanetçiyiz. Allah’ın ülkesinin (yeryüzünün) kuvvetlerini yani rızık ve rızık kaynaklarını, üretim araçlarını kişisel mülkiyetinize geçiremezsiniz!

Çünkü onları siz yaratmadınız.
“İmtihan” bahanesi, malı götürmenin, emanete hıyanet etmenin gerekçesi olamaz. Allah’ın ülkesinin servet ve kuvvet kaynakları yani yeryüzünün üretim araçları “zenginlerin insafına” bırakılamaz.
Günün birinde yoksullara acımaları ve insafa gelmeleri beklenip durulamaz.
Zaten ne böyle bir “hakları” ne de böyle bir “ayrıcalıkları” vardır.
Görevi kötüye kullanmış yani emanete hıyanet etmişlerse yapılacak iş, tıpkı bir ülkede bakanların görevi kötüye kullanması ve emanete hıyanet etmesindeki gibi gayet basittir.
Böylesi durumlarda isteyenlerin/muhtaçların, mahrumların ve ezilenlerin organik ve uyanık gücü harekete geçer.
İslam’da devlet, adalet ve mülkiyet düzeni bunun için vardır.

Hz. Peygamber’in, Hz. Ömer’in ve Hz. Ali’nin icraatları esin kaynağı olmak için yeterince açıktır.

Demek ki…
Dağların bile üstlenmekten korktuğu o emanette, tüyü bitmemiş yetimin, işçinin, emekçinin, yoksulun, mahrumun, muhtacın zaruri ihtiyaç hakkı vardır. Dağlar, yer ve gökler onun için üstlenmekten korkuyorlar.
Bilgisizlik ve zulüm tabiatımız bunu görmemize engel oluyor.

Demek ki…
“Görevi” gözümüz kesmiyorsa “emanete” talip olmuyoruz.
Şartlarını yerine getirerek ancak emaneti üstlenebiliyoruz.
Aksi halde yerin, göklerin ve dağların yaptığını yapıyor; ürküyor, titriyor ve “Bu beni bozar” deyip yerimize oturuyoruz.
Bakın dağlar nasıl oturuyor.

7 Mayıs 2010 Cuma

“Korku imparatorluğu”

İnsanoğlunu korku ve kaygılarından esir alan bir korku saltanatı bu.
Türkiye’yi korkular yönetiyor…
Dünyayı korkular yönetiyor…
Çünkü “insanı” korkuları yönetiyor.
“Dışarıdaki çatışma” aslında “İçteki çatışmanın dışavurumudur.
Asıl korku insanın içindedir…”
Ne korkusu?
Üç tür “kadim korku” olduğundan bahsediyor.

BİR: Ne yiyeceğim? Ne giyeceğim? Ya hastalanırsam? Nerede tedavi olacağım? Yani fiziki yaşam kaygılarının korkusu…

İKİ: Ya tutuklanırsam? Ya hapse atarlarsa? Yani sosyal yaşamın kaygıları ve korkusu…

ÜÇ: Ya ölürsem? Mezarın ötesinde ne var? Yani ölüm korkusu ve kaygıları…

İnsanoğlu bu üç tür korku ve kaygının esiri olmakta…
Tarih boyunca her tür sömürücü sistemler birinci korkudan,
her tür baskıcı, despot diktatörlükler ikinci korkudan,
her türden nihilist akımlar da üçüncü korkudan beslenmekte…

İnsanoğlunun bu korkuları yenmesi halinde sömürücü sistemler ortadan kalkacak, baskıcı diktatörlükler yıkılacak, nihilizm de sona erecektir.
Çağımızda bu korkular ancak eşitlikçi, toplumcu bir düzen, tam demokrasi ve dinin el ele vermesiyle yenilebilir.

Çünkü toplumcu bir düzen birinci korkunun, tam demokrasi ikinci korkunun, din ve maneviyat da üçüncü korkunun panzehiridir.

Dünyadaki “korku impatorluğunu” kendi içinde mantıki tutarlığa sahip bütüncül bir sistem dahilinde yenmek ve alaşağı etmek mümkündür.

Bu, öyle bir bütüncül sistem olmalı ki insanoğlunun hem ekonomi politik korkularını, hem siyasi ve sosyal korkularını, hem de ontolojik yalnızlık korkularını yenebilmeli.

Bunu tek başına ne sosyalizm, ne de tek başına demokrasi sağlayabilir.
Bunu ancak İslam sağlayabilir.

Kur’an’da sürekli tekrar edilen sözlerden birisi “Onlar için korku yoktur, üzüntü de duymayacaklardır” (ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yehzenûn) ayetidir.
Korku ve hüzn (endişe, kaygı, tasa)…
Kur’an bunların olmadığı bir dünyadan bahsediyor.

Burası “cennet” olsa bile dünyadan bağımsız değildir.
Çünkü cennet Kur’an’ın aynı zamanda dünyevî ütopyasıdır.
Bu anlamda “cennet” sınıfsız toplumu ifade ediyor.

Orada “tevhid” yani sınıfsız tek toplum var.
İnsanoğlu orada iç, dolayısıyla da dış korkularını yenmiştir.
Aç ve açıkta kalma, siyasal despotizm, sosyal baskı, ontolojik yalnızlık korku ve kaygıları yoktur.

Bu anlamda cennetin özgür insanı korkularını fethetmiş insandır.
Onun için onda ‘korku yoktur, kaygı de olmayacaktır.

İnsanın özgürce kendini geliştirmesi ve yüceliklere ulaşması için önce bu ilkel korku ve kaygılarını yenmesi lazım.

Aksi halde korku ve kaygı cehenneminin çukurlarında dürtüleri ile yaşayan hayvan gibi debelenip dururuz.

“Cehennem” ise sınıflara ayrılmış, parçalanmış toplumu ifade ediyor.

Orada “şirk” yani parçalamalar, bölmeler, sınıflamalar, kastlar, kabileler vardır.
İnsanlar kavmiyet, milliyet, meslek, mülkiyet, cinsiyet ayrımcılıklarına tabi tutulurlar.

Keskin çelişkiler derinleşir, aç ve açıkta kalmamak, tedavi olmak gibi en tabii ihtiyaçlar, ana diliyle konuşmak, kendini ifade etmek, kimliği ile tanınmak, saygı görmek gibi en tabii haklar için bile debelenip durmak zorunda kalırız.

Hayat yük olmaya başlar, insanda yaşama sevinci bırakmaz.
Doğmak anlamsız bir tekrara, yaşamak gereksiz bir uzantıya dönüşür. Artık doğmak dünyaya atılmışlık, ölmek de tezek olmakla eşdeğerdir. İktisadî uçurumlar, yıkılmaz otoriteler, aşılmaz duvarlar, ebedi statüler…

Böylesi bir topluma/ülkeye/dünyaya korku ve kaygı egemendir.

İnsanları yöneten kendileri değil; korku ve kaygılarıdır.
Oysa bunların hiç birisi “cennette” (doğal, özgür toplumda) yoktur…

Peki, yukarıdaki üç kadim korkunun ve kaygının panzehiri acaba nedir?

BİR: “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infak edenler, karşılıklarını Allah’tan mutlaka alacaklardır. Onlar için korku yoktur, kaygı da duymayacaklardır.” (Bakara; 2/274)

Yani: Ya aç ve susuz kalırsam? Ya hastalanırsam? Çocuğum nerede okuyacak? Nerede tedavi olacağım? korku ve kaygısının panzehiri gece ve gündüz, gizli ve açık infak; vermek, paylaşmak, bölüşmektir.

Bu, bir toplumda açlık, susuzluk, barınma, sağlık, eğitim gibi tabii ihtiyaçların garanti altına alındığı bir düzeni ifade eder.

Burada infakı insafa bırakılmış nafile bir ibadet olarak değil; oluşturucu, düzenleyici, yaptırım ifade eden ekonomi politik ilke olarak okuyoruz.

Böyle olunca toplum fertlerinin aç ve açıkta kalma, barınma, hastalık, yaşlılık, eğitim ve sağlıktan kaynaklanan korkuları olmayacak, kaygı da duymayacaklardır.

Malların gece ve gündüz, gizli ve açık infak edilmesinin Allah’tan gelecek karşılığı bu değilse nedir? Bu cennetin dünyevî yüzüdür. Uhrevî yüzüne gelince O’nun imanı bizde, bilgisi Allah katındadır.

Kur’an, böylesi bir düzenin eninde sonunda kurulacağını, sağduyunun bunu gerektirdiğini, sağduyu sahiplerini dile getirerek şöyle açıklar: “ Sağduyu sahipleri simalarından tanıdıkları bir takım adamlara diyecekler ki: ‘Ne zenginliğiniz, ne kuru kalabalıklarız, ne de büyüklük taslayıp durmanız işe yaramadı. Allah bunların yüzüne bile bakmaz diye yemin ettiğiniz bunlar mıydı?’ Girin cennete! Onlar için korku yoktur, kaygı da duymayacaklardır.” (A’raf; 7/48-49).

İKİ: “Firavun ve adamlarının şerrinden korktukları için, önceleri Musa’ya halkının bir kısım (gençlerinden) başka iman eden olmadı. Çünkü Firavun, yeryüzünde gücü ele geçirmiş acımasız bir despottu.” (Yunus; 10/83).
Yani: Ya tutuklanırsam? Ya hapse atarlarsa? korkusunun panzehiri, Firavun örneğinde görüldüğü gibi, ülkede/yeryüzünde gücü ele geçirmiş “korku imparatorluğunun” sona erdirilmesidir. Despot, tiran ve diktatörlüklerin alaşağı edilmesidir.
Öyle ki bu diktatörlükler sürekli olarak korku yayarlar: “Firavun ‘bırakın beni öldüreyim Musa’yı da Rabbine dua etsin (de kurtarsın onu). Çünkü dininizi/devletinizi değiştirmesinden veya ayaklanma çıkararak ülkede karışıklık (fesat) çıkarmasından korkuyorum’ dedi.” (Mu’min; 40/26).

Görüldüğü gibi böylesi ülkelerde, ülkeyi yöneten diktatörün/diktatörlüğün korkularıdır. Bir korku kumkumasına girmişlerdir. Halk da diktatörlüğün korkularından korkmakta ve ancak bir kısmı (cesaret sahibi gençler vs.) bu korkuya teslim olmamaktadır.
Böylesi korku imparatorluklarında, İbn Haldun’un tabiriyle halkın “tesirli metaneti” kırılır. Çinli bilge Laotse’nin dediği gibi de “Baskıcı ülkelerin halkı kaypak ve ikiyüzlü olur.” Bu durumda diktatörün korkak olması da tabiîdir.

şte böylece “korku” bir ülkeyi teslim alır. Akılları ve dimağları işletmez, gözleri görmez, kulakları duymaz hale getirir. Bundan çıkmanın yolu korkunun yeşermediği, kaygının da bitmediği bir düzen kurmaktır. Onun için cennette (doğal dünya, özgür toplum) korku yoktur, kaygı de olmayacaktır…

ÜÇ: ‘Rabbimiz Allah’ deyip, doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyenler için korku yoktur, kaygı da duymayacaklardır.” (Ahkâf; 13).

Yani: Ya ölürsem? Mezarın ötesinde ne var? “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” korku ve kaygısının panzehiri Allah’a ve ahirete iman ile erdemli ve dürüstçe yaşanmış bir hayattan (amel-i sâlih) başkası değildir.

Böyle bir insan ölümden neden korksun?
Mezardan sonra ne olacağından neden endişe etsin?
Dünyanın saçma, hayatın anlamsız olduğu nihilizmine neden kapılsın?
Dürüstçe bir hayat sürdükten sonra ona kim ne yapabilir?
Gizli günahları olmayan birisinden daha güçlü kim olabilir?
İnsanı esir alan asıl kendi günahları değil midir?
Ortaya çıkacağından korkmadığın bir “şantaj kasedin” yoksa senden daha cesur kim olabilir?
“Ya yalan, iftira?” denirse onun mumu yatsıya kadar yanar.
“Ya haset, çekememezlik?” denirse o da sahibini ateşin odunu bitirdiği gibi yer bitirir, sana hiçbir şey olmaz.

İnsanı ontolojik yalnızlık korkusundan kurtaran “Allah’a iman” nasıl bir şeydir?
Bu bir teoloji mi, yoksa yaşayan, canlı bir tecrübe mi?
“Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez.
Ya Allah’a tapacaksınız, ya da (para tanrısı) Mamon’a” diyen İsa acaba ne demek istiyor?
İman, emniyet, güven kökünden gelir.
Bir şeye inanmak ona güvenmek, itimat etmek demektir.
Düşünün… Hayatta Allah’a mı yoksa paraya mı daha çok güveniyorsunuz? Hangisi size güven veriyor? Hangisinin adını duyunca yüzünüz gülüyor, içinize güven doluyor?
“Peşin parayı duyunca nasıl da gülüyor” veya “Parayı sevmem ama stresimi alıyor” sözünden de anlaşılacağı gibi aslında biz Allah’a inanmıyoruz, imansız yaşıyoruz.

Çünkü imanın yarısı risktir; dış dünyada “nesne” olmayan bir şeye inandığımızı söylemekteyiz.
Soru şu: “Yarın ne yiyeceğim” diye sorulduğunda “Şu parayı al, sana bir ay yeter, korkma” diyen birisi mi, yoksa “Allah var, korkma” diyen birisi mi size daha çok güven veriyor? Aslında neye iman ettiğimizin belli olması için, zorlayıcı bir içkinlikle iki şıktan sadece birini işaretleyin…
Ne oldu? Zorlanıyorsunuz değil mi? Evet, iman öyle bir şey işte.
“Allah var, korkma” demek, aslında ‘hayat var, toplum var, tabiat var, toprak, su, hava, ateş, rızık ve rızık kaynakları var, kardeşlerim var, bunlar daha büyük, kalıcı, sıcak, güvenmeye ve dayanmaya daha layık…’ demektir.

İşte böyle bir toplumda yaşayan için korku yoktur, kaygı da olmayacaktır.
Korku ve kaygı dolu zihin, bunlara inanmayan zihindir.
Çünkü paradan başka kimseye güvenmemekte, olmayınca fakir kalmaktan, olunca fakir düşmekten ödü kopmaktadır.
Her daim korkarak yaşamaktadır.
Korkularının esiri olmuş, kaygıları onu teslim almıştır.

Üç kadim korkunun (ekonomik, politik, ontolojik) pençesinde kıvranan insanoğlu…
Bu korkular sebebiyle sömürücü sistemlere, despotik idarelere teslim olan ve hiççiliğin çukurunda debelenen insanoğlu…
Şimdi, böyle bir insan özgür müdür?
Neydi özgürlük?
Korkularını fethetmek, kaygılarından kurtulmak…
Korkunun üremediği, kaygının türemediği bir dünya kurmak…
Korku imparatorluklarına, kaygı saltanatlarına son vermek…
Ya sonra?
Sonra mı?
Asıl iş ondan sonra başlıyor.